George Orwell’in 1948 yılında kaleme aldığını okuduktan
sonra öğrendiğim ‘1984’ romanı distopik bir eser. Yazarın romana 1984 demesi ve
olayların 1984’te geçmesi 1948’deki 4 ve 8’in yer değiştirmesiyle ortaya
çıkartılmış.
1948’te
yazılan 1984’te geçen ve 2016 yılında okuduğum romanın bende ortaya çıkardığı
etki derin oldu. Olaylar baskıcı kelimesinin çok hafif kaldığı bir iktidar
tarafından yönetilen distopik Okyanusya ülkesinde geçiyor. Öyle ki kendisine
Parti diyen iktidar, halkına yalan söylüyor, onları uyutuyor, sindiriyor ve
sömürüyor. Gelinen teknolojik seviye sayesinde her yurttaş özel hayat
önemsenmeksizin denetim ve kontrol altında tutuluyor. Parti düşünmeye, sevmeye,
insani ilişkilere düşmanca karşı. Devlet denen şey Parti’nin sonsuz iktidarını
sağlamak üzere dizayn edilmiş.
İşte
böyle bir ülkede yaşayan Winston Smith bakanlıkların birinde çalışan sıradan
bir vatandaş. Fakat herkes gibi olamıyor. Düşünmek denen o insani eylemi Parti’nin
emrettiğinin aksine işlemekten kendini alamıyor. Hatta çok daha ileri gidip,
düşünmek ve sorgulamak konusunda kendisi gibi birisine, Julia’ya, âşık oluyor.
En sonunda da Parti’nin eline düşüyor.
George
Orwell insanların nasıl bir koyun sürüsü gibi yönetilebileceklerini büyük
maharetle ortaya koymuş, 1984 insanı düşünmeye teşvik ediyor. Günümüzle de ortak
ayrıntılar yakalayabileceğiniz 1984 romanı dünyamızın Okyanusya’ya doğru koşar
adım gittiğini aklınıza getirecek. Sadece tercih edilen metodoloji farklı diye
düşüneceksiniz. Bu açıdan roman asla eskimeyecek, demode olmayacak bir klasik
bence. Demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi kavramları kitabı okuduğunuz
sırada fazlaca sorgulayacaksınız. Zaten bence yazarın amacı da tam olarak bu.
Can Yayınevi
Çeviren: Celal Üster
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder